ESEN ZAFER "BİR APSUVA OLARAK ADİGELERDEN GELECEĞİMİ BELİRLEMEK GİBİ BİR TALEBİM YOK. SİZİN VAR MI?"
06/08/2009
Esen ZAFER
MÜSLÜMAN MAHALLELERE DUYURULUR!
“...Bu sadece Dinara’nın hikayesi olsaydı mesele değildi belki. Ancak küçük kızın yakın ve uzak bütün arkadaşları, tamı tamına 93 çocuk, gizemli bir hastalığın pençesine düşmüştü. Dinara, Rus işgalinin nüfusunun dörtte birini, yani 250 bin ferdini yuttuğu, felaketlerin kanıksanıp katliamların sıradanlaştığı Çeçenya’nın şanssız evladı, talihsiz neslin bir halkası...
2005 sonunda Şelkovski’de öğrencilere bir hal oldu. Evlerine yorgun argın geliyorlardı, taş taşımış gibi. Yorgunluktur denilip üzerinde durulmadı. Ancak 16 Aralık 2005’te bir kaç öğrencinin gözleri kararıp bir, bir yere yığılmasıyla işin rengi değişti. Öğrenciler ardı ardına hastanelik oldu. Belirtiler aynıydı: nefes alamama, halüsinasyon, geçici hafıza kaybı ve çığlık atma. Resmi teşhis, savaş ve aşırı stres yüklü şartlara bağlı “kolektif histeri”ydi. Sağlık Bakanlığı’na göre, kimyasal ve radyasyon testlerinin sonucu zehirlenme çıkmadı. Ama kimsenin “resmi tanı”ya inanacak hali yoktu.
Şelkovski’deki 2 No.lu Okul'un müdiresi Hazman Baçeyeva, hastalığın ilk ortaya çıkışıyla ilgili olarak şunları aktarmıştı: “Gerçek şu ki çocuklar tedaviye cevap vermiyor. Kimse kesin açıklama yapmıyor. O sabah çocuklar hastalanmadı. Teneffüse çıktıklarında sağlıklıydılar. Geri döndüklerinde yığıldılar.” Öğrencilerin yedisinin kanında etilen glikol çıkmıştı. Doktorlara göre ise kimyasal kirliliğin yüksek olduğu Çeçenya’da bu sonuç sürpriz değildi. Fakat bunun okul dışında görülmemesi de kafaları karıştırıyordu. Nitekim, Şelkovski bölge yöneticisi Ruslan Kokanayev, “Bu hastalık toplumsal strese dayanıyorsa neden okul dışında görülmüyor?” diye sormuştu.
Okulda radyasyon kalıntısı bulunamazken velilerden Elim Nogamevzuyev kendi kafasında meseleyi çözmüştü: “Çok açık, bu kimyasal zehirlenme. Ruslar çocuklarımız üzerinde yeni kimyasal silahlar deniyor.” Diyordu. Hastanelerden taburcu edilen çocukların bir kısmı kısa bir süre sonra yeniden benzer semptomlar göstermeye başladı. Sonuç itibarıyla ne Çeçen ne de Rus doktorlar Çeçenya’daki illetin gizemini çözemedi ya da sırrın çözülmesi istenmedi. Bunu şimdilik bilen yok.
Çeçenya’yı meşgul eden bu hastalığın Şubat 2007’de Çeçen mültecilerin barındığı İnguşetya’ya, bu yıl da komşu cumhuriyet Karaçay-Çerkes’e sıçraması kafaları iyice karıştırdı. İnguş çocukların hali de Çeçen çocuklara benziyordu: nefes darlığı, bilinç kaybı, periyodik olarak hafıza ve görme kaybı, mide rahatsızlığı, ayak ve kollarda kasılma, bitkinlik.
Mart ayından beri de Karaçay-Çerkes’in Zelençuk bölgesindeki Dausuz kasabasında adı konulamayan bu illete yakalanan dokuz çocuk tedaviye yanıt vermiyor. Bu çocuklar da baş dönmesi, kusma, boyun ve sırt bölgesinde kasılmalardan mustarip. Dausuz Belediye Başkanı Robert Gerbekov’un ifadesine göre, kasabaya iki kez uzmanlar gelip incelemeler yaptı, incelemeler sonrasında ne radyasyon ne de başka bir tehlikeli madde bulundu. Yerel doktorlar işin içinden çıkamadı. Federaller geldi, komisyon kuruldu ama netice alınamadı.”
Fehim Taştekin' in kaleminden aktarılan bu haberi okuduğumda o çocukları gözümün önüne getirmek istemedim. Biliyorum ki, bu gizemli hastalıkların hikâyesi yeni değil. Bu gizemi çözmek veya bilmek için ne doktor ne uzman olmakta gerekmiyor. Bilim adamları bunu 1954 ten bu yana zaten biliyorlar. Ancak, hükümetlerimiz, bilim adamlarımız bizleri kandırmaya devam ediyor. Bizlerde kanmak için ne mümkünse yapıyoruz.
Paul Watzlawick, Gerçeklik ne kadar Gerçektir, kitabında aktardığı makine ile yapılan deneylerden birinin sonucunda diyor ki
''nedenler üzerine uzun ve sıkıcı bir araştırma sonunda, nihayet bir açıklama bulunduğu zaman, insan bu sonuca öyle sıkı bir şekilde yapışır ki, gerçekte inkar edilemeyecek kanıt ile karşı karşıya kaldığında, bu mutlak kanıtı kabul etmektense reddetmeyi tercih ediyorlar’’. Aynen bu şekilde de bizler mutlak kanıtları gözümüze soksalar da kabul edemediğimiz için, zaten artık, hile ile değil açıktan açığa gözlerimizin içine bakarak bizleri istedikleri gibi yönetiyorlar.
Bu nedenle de bu çocuklarımızı hasta eden yalnızca onlar ve kullandıkları silahlar değil, aynı zamanda kör kalmayı tercih eden bizleriz. Hepimiz. Fizik bilenler, teknolojideki gelişmelerden haberdar olanlar, olmayanlar, hakikatlerden haber verenleri taşlayanlar, herkes her şeyi biliyor.
Biz belki henüz bilmeyen ve bilmek isteyenlere
‘’gizemli hastalıkların’’ nasıl oluşturulduğu hakkında kısa bir bilgi verelim.
'' İnsan vücudunun neredeyse tüm elektronları elektron çifti halinde bulunur.Bu çift elektronun biri yukarı doğru biri aşağı doğru yani simetrik bir çift tirler.Bir bağ koptuğunda elektronlar ya birlikte kalır
(ikisi de bir atoma katılır) yada ayrılırlar. Eğer birlikte kalırlarsa oluşan atom bir iyon olur eğer ayrılırlarsa serbest radikaller oluşur.Bu eşleşmemiş elektronlar yüksek enerjilidir ve eşleşmiş elektronları ayırıp işlerine engel olurlar. Bu işlem serbest radikalleri hem tehlikeli hem de kullanışlı yapar. Serbest radikaller yaşam için gereklidir.Elektron transferi enerji üretimi ve pek çok diğer metabolik işlevlerde temel oluştururlar.Ama eğer zincir reaksiyonu kontrolsüz bir davranış gösterirse hücrede hasarlara neden olur. Hücre membranı proteinlerini yıkarak hücreleri öldürmek, membran lipit ve proteinlerini yok ederek hücre membranını sertleştirip hücre fonksiyonunu engellemek, genetik materyale etki ederek DNA'yı kırılma ve mutasyonlara açık hale getirmek, Bağışıklık sistemindeki hücreleri yok ederek bağışıklık sistemini zorlamak.
Bu iş için Serbest elektron lazeri yeterli.
Teknoloji öylesine sinsi bir uyuşturucu haline geldi ki, sırtımız soyulup ödediğimiz cep telefonları, mikrodalga fırınlar, TV, radyo bunları hayranlıkla kullanıyor hep en yenisini almaya çalışıyoruz. Bu sevinç içinde kullandığımız aletlerin bizlere yöneltilen silahlar olduğunun farkında olsak da, gizemli hastalıklar aramaya devam ediyoruz. Elektrik ve manyetik dalgalar, kimyasal reaksiyonları değiştirerek, sıcaklıklarını arttırarak, elektriksel akımı indükleyerek silah haline dönüşüyor. Uykusuzluk, unutkanlık, baş ağrısı, baş dönmesi, kulak çınlaması, bunama
(Alzheımer) beyin kalp kanser hastalıkları, hamileliklerin riski, DNA tahribi gibi hastalıklara yol açıyor.
Çocuklar halüsinasyon görüyorlarmış. Teknoloji Işık-Foton-Siklon Tekniği ile Bilgi Kitabını yazdırdı. Türkiye’nin neredeyse her yerinden birbirini tanımayan insanlar vahiy geldi diye sevinçle İstanbul merkezde toplandılar. Yazdıkları defterler toplandı. Etki alanları ve dereceleri tespit edildi. O kitapta yazıyor, bu kitabın frekansları ''dini boyutta olanlarda baş ağrısı yapıyormuş!'' Diyor ki o yıllarda
‘’şu anda dünyanın bilmediği, frekanslarla bu kitap yazdırılıyor!’’
Ruslar 1960’lardan beri Amerikalılarda bir kaç yıl ardından geliştirerek kullanıyor bu teknikleri.
Bizler bize deli denecek, paranoyak denecek falan diye utanıp sıkılıp gerçeklere gözlerimizi yumarken veya yanılıyor olduğumuzu kabul etmektense, hızla robotlaşmayı tercih ediyoruz.
Bilgi Kitabı’nda dediği gibi.
Türkiye vazifedar bir ülkedir... Artık her şey teknolojinin denetimi altındadır. ... Hizmet Tek'edir. ''Tek Dünya Devleti kurulacaktır...'' Yani diyor ki benim orta doğu projemi en iyi Türkiye yürütür. Bu nedenle de onun beynini iyi yıkamak gerekir.
Dünya devletleri ve hükümetleri, silahlı kuvvetleri bizlerin aradıkları gizemli hastalıkların sebebini bilmektedir. Ergenekon Davası sanıklarının hastalıklarını görmediniz mi? Ne teşhis konuldu?
Kararlı tutumu ile Özgürlük yolunu açanlardan ve Diaspora ile ilk tutarlı ilişkileri başlatan Ardzınba' ya ne oldu? Dünyanın en sağlıklı en uzun ömürlü insanları Kafkasyalılara ne oldu? Şu yapılan çalışmalara bakın. Kırk katır kırk satır seçimi gibi. Bugün Tek Dünya Düzeninde liderliğin kimlerin elinde olacağının kapışmasında, kendi canavarlarımızı birini ötekine tercih ederek besliyoruz. Biz birbirimize çelme takarak koşarken, en basit ayrıntıları gözden kaçırarak, bizleri sürükledikleri sistem içinde edil gen bir anlayışla yer açmaya çalışıyoruz.
Onlar milyarlarca insanı idare edecek mekanizmaları oluşturup kendi aralarında anlaşırken, bizler tek bir doğru üzerinde dahi anlaşamıyoruz.
Ubıh kardeşimiz
‘utanıyorum!’ diyor bir yazısında selam olsun ona. Halen, neden utanacağını bilen insanların olması ne güzel bir şey.
Mücadele tarihini okuyoruz. Satır aralarında gözümüze batıyor.
“Şimali Kafkas Cemiyeti” Mondros Mütarekesi’nin ardından Damat Ferid Paşa hükümetinin baskısı ve İngiliz işgal komutanlığına yapılan ihbarlar üzerine 21 Haziran 1919'de basılarak kapatılmıştır. Kapatılma isteği İngilizlerin müttefiki Ruslardan gelmişti. Butbay kapatılış öyküsünü
“(...) Bir gün bir İngiliz subayı, yanında bir İngiliz polisi olduğu halde cemiyetin Beyoğlu merkezine geldi, bizi dağıttı, kasayı mühürledi, mevcut evrak ve defterleri müsadere etti. Bizler de kapı dışarı olduk. Dün yardımlarını istediğimiz bir hükümetin, bugün bizi çalışmaktan alıkoymasına hayret ettik. Hele hükümet merkezinin İngiliz zabıtası vasıtası ile bizi sıkıştırması çok çirkin idi” diye anlatır. Butbay ve Hüseyin Şem'i (Tümer) tarafından imzalanan tutanakla teslim alınarak
“Anas Terakki Mektebi”ne[4] bırakılan “
Şimali Kafkas Cemiyeti”ne ait eşyaların çoğu basılı yayındı.
Bir düşünelim bakalım, 1800’lerde kimden yardım alınıyordu? 1900’lerde gene kimlerden yardım isteniyor. 2009 da hala yardım isteniyor.Ayıptır ayıp! Bunca yüzyılın deneyimi, hala bir bölge insanına kendi öz güçlerine dayalı bir çalışma gerekliliğini öğretmemişse, hala birileri nerenin imamı oldukları belli olmayan adamların, birileri vakıflar adı altında çalışan ajanların, biri doğuya, biri batıya
‘’gel beni kurtar!’’ diye bakıyorsa, dostuz kisvesi altında gezen kurtları hala fark edemiyorsak.
Kafkaslarda yeniden bir uyanış ve direniş değil, parçalama, bölme ve yeni bir tasnif mevcuttur.
"Müslüman mahallesinde Salyangoz satmak" severek kullandığım bir deyimdi. Tekrar düşününce anladım ki önce Müslüman mahallesi bulmak lazım. Çünkü salyangoz satışı öyle artmış ki yediklerinin salyangoz olduğunun farkında değiller gibi. Neden mi? Ortada çok garip bir çelişki var çünkü.
Abhazya’nın dostlarını ele alalım bakın ne diyorlar
“...Abhaz - Adige diaspora arasındaki ilişkiyi, dayanışmayı ve güç birliğini geliştirmeyi…” bunu anlayabiliriz ama devam ediyor
“...bu ilişkiyi Abhazya’nın ve Abhaz halkının geleceğini birlikte belirleyecek ve inşa edecek ortak bir iradeye dönüştürmeyi...” Benim bir Apsuva olarak Adigelerden geleceğimi belirlemeleri gibi bir talebim yok. Sizin var mı? Adıgea ve Abhazyanın birleşme talebi varda bizim haberimiz mi yok? Siz
“biz çerkesler” adlı tanıtım kitabını okudunuz mu?
“Adigelerin asaletinden Abhazların kabalığından söz eden?” Siz Avusturya Çerkes Derneği yönetiminden arkadaşın, faaliyetimiz başladığında ‘
’sakın haaa Abhaz adını ağzınıza almayın!’’ dediklerinden haberiniz var mı? Bu tür hamilik rollerini ince, ince işleyen satır aralarından haberiniz var mı? Yoksa liste mi yapmam lazım?
Diğer Kafkas ülkelerine bakıyorum. Bu nasıl bir kaos, nasıl bir çelişki? Elalem,
“Abhaz, Adige, Şapsığ, Ubıh, Kabardey, Çeçen, Ciget... amaaan sen de pek çeşitlisin, ben seni böyle idare edemem en iyisi bir kaynatayım” demiş, bir Çerkes kazanına atmış çorba yapmış. Fokurdadıkça, haykırıyor.
Kendi adına, özüne, üzerinde yaşadığın toprağın hakkına, komşunun hakkına, bir senteze ulaşamıyor,
"Türk - Islam sentezi" yürüyor. Osmanlı imparatorluğu Kafkas imparatorluğumuydu? Osmanlı-Avrupa ticaret ağında ve yayılmacı politikalarında vatanını, dilini soyunun, sopunun, çoğunu kaybetmedi mi bu insanlar? Ve bu uğurda komşuna silah dayatıyor, dostuna silah çekene silah satıyor. Bunu yapana destek oluyor. CIA nin koruduğu Müslüman’a Müslüman diyor.
Kısa ve öz kendi evini savunmayan, içinde nasıl yaşanacağına karar verebilir mi? Bunu anlamak için uzman olmak gerekiyor mu?
Şimdi bunlar hep salyangoz değil mi, Müslüman mahallesi nerde?
İhanetin sınırı nerede başlıyor?
Sahi neden Abhazya’nın adı Abhazya? Açaa, Çanaa, Emgalaa, Gabliyaa bunlar benim en yakınım olanlar Maanalar ve en azından bir 10-15 sülale daha sayabilirim. Hiçbiri Abhazya demezdi. Apsnı derdi. Apsuva derdi. Siz hiç bir almanın kendisine Alman dediğiniz için kendini Alman diye nitelediğini duydunuz mu? Veya bir İngiliz’in. Pekiyi biz neden kendimizin olan ismi kullanmıyoruz?
Bugünlerde bazı kardeşlerimiz güzel bir girişim başlatmış depremde ölenleri hatırlatmak anmak üzere.
(Facebookta 17.08.2009 | Depremin 10. Yıldönümünde 10.000 Kişi Sokağa!)
Farkında olan kardeşlerimiz tartışma panosunda tartışılmayan gerçekleri anlatmış
(Onları tebrik ediyorum) küçük bir kısmını alıyorum:
“...Projenin karşıtlarından biri olan, ülkenin en ünlü jeofizikçilerinden Prof.Gordon J.F.MacDonald’e göre, elektromanyetik teknoloji bakın daha neler yapabilir:
1-İklimleri değiştirebilir,
2-Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir,
3-Ozon tabakası ile oynayabilir,
4-Deprem yaratabilir,
5-Okyanus dalgalarını kontrol edebilir,
6-Dünyanın enerji alanları ile oynayarak, insan beynini kontrol altına alabilir,
7-Radyasyon yaymayan termonükleer patlama oluşturabilir...
Bunlar yapabildiklerinin sadece bir kısmı.. Dehşet değil mi?
Ancak, Amerika Hava Kuvvetleri, iklimlerin kontrolünü amaçlayan
“Spacecast 2020” projesi ile ilgili olarak
“Çevreyi değiştirme teknikleri ile bir başka ülkeyi yok etmek veya zarara uğratmak yasaktır” açıklamasını da yapmış durumda...
Sanki zarara uğratmıyorlar. Kaç ülke dava açtı. Bu davaları engellemenin en kestirme yolu buna karşı görüntüsü veren kanun çıkarmaktır.
İşte 6. madde gerçekleştirilmiştir. İnsan belleği, en sade, insancıl talep ve kavramlarından hızla arındırılmakta, gerçekler tersyüz edilmekte, biyolojik robotlar oluşturulmaktadır.
Müslüman mahallelere duyurulur !
Kaynak:
habsuvob@gmail.com